top of page

DİN VE SOSYAL HAYAT

Giriş

Sosyoloji ve din arasındaki ilişkiler ele alınırken bu başlık altında öncelikli olarak bir yandan sosyoloji ve din ilişkilerine yoğunlaşırken bir yandan da dinin hem manevi hem de toplumsal biçimlerine dikkat etmek gerekir. İlişki çok boyutludur ve din-toplum arasındaki bu bağlara yönelik olarak geçtiğimiz yüzyıl içinde getirilen açıklamalar sosyolojiyi bir disiplin olarak öne çıkarmıştır.

Din, insanlığın varoluşuyla yaşıttır. Herhangi bir dine inansın ya da inanmasın her insanın belli bir din algısı hatta din konusunda kendisini bağlayan bir yaklaşımı söz konusudur. Kişisel düzeydeki bu çeşitlilik çoğu kez din konusunda birbiriyle uzlaştırılması zor pek çok tanımı gündeme getirmiştir. Dine dair tanım, tarif ve anlama çabaları sadece teolojinin değil antropoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimlerin de konusu olmuştur. Böylece din bir yandan belli bir inanç, eylem ve değer seti üzerinden ele alınıp incelenirken bir yandan da farklı ilgi ve yönelimlere sahip bilim dallarının problematikleri etrafında tartışılabilmektedir.

Bugün dünyada yaklaşık olarak 3000 din, 6000 mezhep ve 12000 tarikat olduğu ileri sürülmektedir. Bu sayısal çokluk dinler hakkında ortak bir kanaat ortaya koymayı güçleştirmekte; genellikle verili bir ya da birkaç din üzerinden gerçekleştirilen tanımlarla yetinilmektedir. Dünyanın her yerinde ve kuşkusuz bütün bir insanlık tarihi boyunca varlığını her durumda hissettiren dinlerin tanımları, rolleri, işlevleri üzerinde dururken bu çeşitliliği mutlaka dikkate almak gerekir. Dinler hakkında ister tek tek bireylerden isterse toplumsal kabul ve eğilimlerden hareket edelim; her durumda yegâne sayılabilecek bir tanımda buluşmanın zor olacağını unutmamak gerekir. Dinler arasındaki içsel-yapısal farklılıklar, mevcut özelliklerin tamamını bir arada toplayan efradını cami ağyarını mani bir din tarifinin yapılmasını güçleştirmektedir. Bugün üzerinde rahatlıkla uzlaşılabilecek bir tariften söz etmek imkânsız olsa bile belli ortaklıklar temelinde ortaya konmuş tariflerden hareketle dinler hakkında genel bir yaklaşıma sahip olmak pekâlâ mümkündür.

Genel olarak dinler iki kısımda ele alınmaktadır. Bunlar; tek Tanrı inancına ve peygamber vasıtasıyla vahye dayanan semavi dinler ile bunun dışında kalan ve insanlar tarafından ortaya çıkartılan beşeri dinler şeklinde sınıflandırılmaktadır. Bu esaslar doğrultusunda Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi dinler semavi dinler arasında yer alırken, Totemizm, Brahmanizm, Budizm gibi inanışlar da beşeri dinler arasında yer almaktadır.

1.1. Din Kavramı

Türkçede kullanıldığı biçimiyle din kavramı İslami terminolojinin temel kavramları arasından devşirilmiştir. Arapçada din kelimesi sözlükte yol, hüküm ve mükâfat anlamlarında kullanılmaktadır. Batı’da din kavramı yerine kullanılan religion kelimesi de şaşırtıcı bir benzerlikle aynı vurgu ve içeriğe sahiptir. Kavrama İslami terminoloji açısından bakıldığında hak dinler ve batıl dinler şeklinde bir ayrıma gidilmektedir. Hak dinlerle Allah tarafından peygamberler aracılığıyla gönderilen dinler kastedilirken, Batıl dinlerle insanların kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda inşa ettikleri dinler kastedilmektedir. Bu sınıflama, semavi ve beşeri dinler tanımlamasını hatırlatan bir tasnif çabasıdır. Bu bağlamda Müslümanlar Allah katında yegâne dinin İslam olduğuna inanırlar, geride kalan dinlerin ise tahrif edilmiş, dolayısıyla da batıl olduğunu iddia ederler. Müslümanlar nezdinde Allah’ın ilk insandan beri insanlara gönderdiği tüm kitap ve peygamberler hep aynı gerçekleri ifade etmektedir. O da imanın esaslarında ifadesini bulan, bilinen temel inanç konularıdır. Bu çerçevede din, klasik tanımlama içinde şöyle ifade edilmektedir: Din, Allahu Teâlâ tarafından vaz’ olunmuş bir kanundur. İnsanlara saadet yollarını gösterir, onların huzur ve saadete erişmelerine delalet eder, yaratılışlarındaki gaye ve hedefi, Allah’a ne surette ibadet edileceğini bildirir. İnsanları (kendi arzularıyla dini kabul eden akıl sahiplerini) hayrolan işlere sevk eder. Anlaşıldığı gibi dinde kişinin kendi tercihi ve Allah’ın da ona yol göstermesi söz konusudur.

Tanımlamalara dikkat edildiğinde dinler genellikle ya içerikleri yani özleri açısından ya da işlevleri açısından ele alınmaktadırlar. Bu bağlamda dinin özüne ilişkin tanımlamalar daha çok felsefe ve teoloji (dinbilim), dinler tarihi ve antropoloji tarafından ele alınıp tartışılırken işlevlerine, özellikle de toplumsal yönlerine ilişkin tanımlamalar ağırlıklı olarak sosyolojinin konusu olarak incelenmektedir.

Genel sosyolojik literatürde din toplumsal bir olgu olarak görülür ve ortaya çıkışı da insani refleksler, korku ve beklentilerle açıklanır. Oysa dinsel yaklaşımlarda aslolan aşkın bir varlığın kabul edilmesidir. Müslüman toplumlarda din, Allah’ı merkeze alan bir tanımlama içinde ele alınır. Allah tarafından peygamberleri aracılığıyla insanlığa gönderilen din, onların hem bu dünyada hem de ahiretteki esenlik ve mutluluğunu hedeflemektedir. Bu nedenle sadece tek bir Tanrı’ya iman edilmesi yeterli sayılmamakta, O’nun aynı zamanda Allah olması gerekmektedir.

Din nedir? Hiç kuşkusuz bu soru insanlıkla yaşıt bir sorudur ve hemen herkesin din konusunda kişisel bilgi, deneyim ve gözlemlerinden beslenen ve başta özellikle kendisi olmak üzere tatminkâr bir açılım sağlayan pek çok tanımından söz etmek pekâlâ mümkündür. Esasen din araştırmalarının tamamında belirleyici bir eksen olarak dinin tanımına ilişkin tartışmaların önemini dikkate almak gerekir.

Dinin gerçekte ne olduğuna ilişkin sorular Batı’da özellikle Rönesans ve Aydınlanma’yı hazırlayan koşullar içinde mahiyet kazanmış, ilerleyen süreçlerde din, evreni ve yaşama ait her bir şeyi açıklayıcı olma karakterini terk etmeye zorlanmış, bunu kendisi açıklanmaya muhtaç bir süreç izlemiştir. Açıklanmaya muhtaç bir gerçeklik olarak dinin hem tanımı hem de yapısı üzerinde gerçekleştirilen tartışmalar sonuçta farklı bir tasavvuru (modern) gündeme getirmiştir.

Dinin insanlıkla yaşıt bir fenomen olduğundan hiçbir kuşku yoktur. Ancak bilimsel açılımlar dini aşkın bir varlığın ürünü ya da yansıması olarak değerlendirmekten her zaman uzak durmuştur. Dinin tanımı ve kökeni hakkındaki mevcut yaklaşımlar daha çok Batı’da din-toplum ilişkilerinin ürettiği tasavvurla ilişkilidir. Bu nedenle bir bilim nesnesi olarak din tanımlarına bakılırken bütün bunlarda hâkim olan ana unsurun Batılı anlamda Kilise-toplum ve Kilise-bilgi-bilim sistemlerinin gerilimli tarihsel ilişkileriyle ilgisi göz ardı edilmemelidir. Bugün bile din dendiğinde Batılı düşünce geleneğinde hâkim olan temanın kendi başına özgül hatta bütün zamanlar için geçerli olma iddiası taşıdığını ve bütün bunların da sonuçta ortak bir zihniyet yapısının ürünü olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtmek gerekir.

Dini açıklama ve anlama çabası daha ilk başta felsefenin temel meseleleri arasında yer almıştır. Nitekim teolojinin belli başlı problemlerinin her birinde Tanrı düşüncesi merkezî bir rol üstlenmiştir. Felsefe ve özellikle Teoloji başlangıcından beri her düzeyde belli bir derinlik içinde gündelik yaşam içinde bir tür karşılık bulan din ve Tanrı düşüncesi karşısında daha metodik ve kademe kademe ilerleyen bir bakış açısı geliştirmişlerdir. Kuramsal düzeyde bile olsa Tanrı’ya gerçek ve sahici bir yer bulmaksızın felsefede bir yol almak Aristoteles’ten beri her zaman güçlük yaratmıştır. Çünkü Tanrı’ya yer açmak ve evrende gizemli ve sır dolu alanların kaynağını deşifre etme konusunda din ve Tanrı merkezî bir role sahiptir.

Dinin felsefi tasavvur içindeki yerini önemli kılan, bugün bağımsız birer alan olarak kendi metodoloji ve açılımlarını geliştirmeye çalışan sosyal bilimsel ilgilerin tamamının başlangıçta felsefenin çatısı ve kuşatması altında kendine ancak bir yer bulabilmiş olmalarıdır. Günümüzde din sosyolojisinin ya da Antropolojinin birer problemi olarak gündeme gelen pek çok konu geçmişte felsefenin imkânlar dünyası içinde sorgulanmakta ve tatminkâr cevaplar aranmaktaydı. Felsefenin tanımlamaları bu nedenle kurucu birer değer taşır. Sosyal bilimlerin felsefeden ayrışmasına ilişkin süreç hiç kuşkusuz zengin bir tartışma alanıdır.

Sosyal bilimlerin kuruluş mantığını belirleyen argümanların felsefe çıkışlı olması şaşırtıcı değildir. Hayat karşısında bazı hazır cevaplarla idare etmek konusunda belli başlı dinlerin çoğu inanç ve dogma sarmalında varlıklarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Hayatın gerçekleri konusundaki belli başlı öğretilerin çoğu gündelik gerçekliklerin dayattığı yeni soru(n)lar karşısında açıkça vaziyet alma konusunda her zaman istekli ve hazır sayılmazlar. Din-dünya ilişkileri çerçevesinde yaşanmış tıkanıklıklar ve bu bağlamların ürettiği çalkantılar tarihte Batı dünyasında en iyi örneklerini görebileceğimiz teolojik gerilimleri açığa çıkarmıştır. İçe kapanma, düşünsel kokuşma ve dogmatizmin bilişsel bir güvenlik alanı olarak görülmesi eleştirel, sorgulayıcı ve hakikate ulaşma konusundaki enerjik inisiyatifi bastırma konusunda bize başta engizisyon olmak üzere pek çok kriminal tedbiri hatırlatmaktadır.

Dinin tanımı konusundaki genelgeçer yaklaşımlara damgasını vuran felsefi gelenek kendi içinde monist bir yapı üretmez. Gelenek kendi içinde birtakım akımlara, yönelim ve bakış açılarına sahiptir. Bu nedenle din konusundaki yaklaşımların hangi felsefi perspektiften beslendiğine dikkat etmek gerekir. Bu bakış açıları sosyal bilimsel ilgilerin kendi iç farklılaşmalarında da açığa çıkmaktadır.

Aşağıda sıralanan bazı tarifler üzerinden dinin belli başlı unsurlarını içeren modern perspektiflerin temsili yaklaşımları hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür:

Émile Durkheim: Din, kutsal şeylerle ilgili inanç ve amellerden mürekkep birleşik/bütüncül bir sistem olup dokunulmaz ve yasak kabul edilen şeylerle ilgili öyle bir inanç ve ameller bütünüdür ki müntesiplerini bir tek manevi/ahlaki cemaat hâlinde, Kilise diye adlandırılan bir cemaatte birleştirir.

Ludwig Feuerbach: Din, en azından Hristiyanlık, insanın kendisiyle, daha doğrusu, kendi öz tabiatıyla (yani öznel tabiatıyla) ilişkisidir. Fakat kendi tabiatıyla ilişkisi derken kendisinin olandan apayrı bir tabiat göz önünde bulundurulmaktadır. İlahi varlık insandan başka bir şey değildir. Yahut nesnelleşmiş bir fert olarak insani sınırlılıklardan uzak ve arınmış bir insan tabiatından (yani derince düşünülmüş ve başka farklı bir varlık olarak saygı gösterilen beşerî tabiattan) başka bir şey değildir. İlahi tabiatın tüm sıfatları bu sebeple insani tabiatın sıfatlarıdır.

Karl Marx ve Frederic Engels: Din, insanı üretmez insan dini üretir. Başka bir deyişle din, daha kendini bulamamış veya bulmuşken yeniden kaybetmiş insanın öz bilinci ve öz duygularıdır. Fakat insan dünyanın dışından ansızın birdenbire gelip yerleşmiş soyut bir varlık değildir. İnsan bir insan dünyasıdır, bir devlettir, bir toplumdur. O (Din) ise insan özünün hayali bir gerçekleşimidir. Çünkü insan özü gerçek bir realiteye sahip değildir.

Talcott Parsons: Din, anlaşıldığı kadarıyla insanların çeşitli cemiyetlerde geliştirdikleri inanç, amel ve kurumlar bütünü olup bu inanç, amel ve kurumlar ampirik-araçsal anlamda akıl tarafından anlaşılabilir ve/veya denetlenebilir olmadığına inanılan, insanların hayatlarının bu veçhesine ve bu tür durumlara cevap olarak geliştirilmişlerdir. Bu inanç, amel ve kurumlar; insanın evrendeki yeri ve gerek fert olarak gerekse hemcinsleriyle olan ilişkisi bakımından kendi kaderine anlam veren değerler hakkında asli bir etkiye sahip gibi algılanan ve hissedilen, insanın tabiatüstünün varlığına dair anlayışına ilişkin eylem ve olaylara yapılan çeşitli atıfları içerecek bir önem atfettiği şeylere karşı bir cevap niteliğindedir.

Robert Bellah: Din, insanı varlığının nihai mevkilerine bağlayan sembolik bir şekiller ve ameller bütünüdür.

J. Milton Yinger: Din, öyle bir semboller, ameller ve inançlar sistemidir ki onunla bir insan topluluğu, insan hayatının gördüğümüz şu ölüm, ıstırap ve kötülük gibi nihai problemleriyle baş etmeye çalışır.

Thomas Luckman: Dünya görüşü, objektif ve tarihî-sosyal bir realite olarak esas itibariyle dinî bir fonksiyon icra eder ve biz onu dinin iptidai şekli diye tanımlarız. Bu sosyal form insan cemiyetlerinde evrensel bir olgudur. Dünya görüşü öyle ihatalı bir anlam sistemidir ki içerisinde zaman, mekân, sebeplilik ve gayelikten oluşan sosyal olarak ilişkili kategoriler, realitenin parçalara bölündüğü ve parçaların birbirleriyle ilişkili olduğu çok özgül yorumlayıcı şemalarla üstün olarak belirlenir. Din, insan organizmasının kendi biyolojik tabiatını objektif, ahlaken sınırlayıcı ve mana âlemlerinin tümünü kucaklayan bir yapı sayesinde yüceltme kabiliyetidir.

Peter L. Berger: Sosyal olarak kurulan düzen (nomos) ne zamanki verili kabul edilen bir varlık özelliğine ulaşırsa, o zaman kendi manalarıyla evrende var olan manalar bir bakıma birleşmiş olur. Nizam ve âlem (nomos ve kozmos) sanki aynı yer ve zamanda var olmuş gibidirler. Din, kutsal kozmosu kuran insani bir girişimdir. Başka bir deyişle din, kutsal bir şekil içerisinde bir kozmikleşmedir. Burada kutsalla kastedilen insanın dışında fakat yine de onunla ilişki hâlinde olan ve tecrübe dünyasının muayyen nesnelerinde yerleştiğine inanılan bir güçtür.

Roland Roberson: Dinî kültür, ampirik ve ampirik üstü müteal bir gerçeklik arasındaki bir ayrıma özgü olan inançlar, semboller (ve onlardan doğrudan çıkarılan değerler) bütünüdür. Ampirik varlığın işlevi ampirik olmayana göre arz ettiği öneme bağlıdır. Dinî fiil ampirik ve ampirik üstü ayrımın kabul ve itiraf edilmesiyle şekillenen bir fiildir.

Max Weber: Dini tarif etmek yani ne olduğunu söylemek böyle bir çalışmanın başında mümkün değildir. Şayet yapılacaksa tarife sadece araştırmanın sonunda girişilmelidir. Özel bir sosyal davranış şeklinin şartlarını araştırmayı görev olarak addederken bizim ilgimiz dinin özü değildir. Dinî davranışların haricî gelişimi o kadar farklıdır ki bu davranışı ancak subjektif tecrübe açısından fertlerin ilgilendiği fikir ve amaçları, kısacası dinî davranışın anlamı bakış açısından anlayabiliriz.

Joachim Wach: Dinî tecrübe diye adlandırılabilecek tanımlama için dört şeklî ölçekten hareket etmek gerekir: Nihai gerçek olarak tecrübe edilen şeye karşı cevap. Nihai gerçek olarak bilinen şeye karşı toptan varlığın toptan cevabı. İnsanın kaldırabileceği en kesif tecrübe. Pratik olarak insanı harekete geçiren bir sorumluluk, yani başka bir deyişle zorlayıcı girişim. Öte yandan dinin ifade şekilleri evrenseldir: teorik ifade (doktrin), pratik ifade (kült, ibadet), sosyolojik ifade (cemaat).

Gustave Mensching: Din, kutsalla tecrübi bir şekilde karşı karşıya gelme ve kutsal tarafından etkilenen insanın cevap veren davranışıdır.

Clifford Geertz: Din, genel bir varlık düzeni kavramları formüle etmekle insanlarda güçlü, yaygın ve uzun süreli tabiat, duygu ve içgüdüler oluşturma faaliyeti gören, bunu yerleştirmeye çalışan bir semboller sistemidir. Bu kavramlar her ne kadar tabiat ve içgüdülerin tek başlarına gerçekçi göründüğü bir gerçeklik hissiyle örtülse bile bu faaliyet devam eder.

Jack Goody: Dinî inançlar, insani olmayan güç merkezleri insani modele kazandırıldığında mevcuttur. Dinî aktiviteler kendi kendilerine sadece bir kazanma ameliyesi değil, aynı zamanda bu güç merkezlerinin varlığına götüren tüm davranışlardır.

Thomas F. O’dea: Din tecrübe edilemez veya tecrübe üstü manaları, tecrübe dışı veya tecrübe üstü manalarla kontrol etmektir. Fakat şu zihnî hazırlığın bulunmasını da eklemeyi ihmal etmez; kontrol etme dinî tavrı yeterince tanımlamakta hem doğru bir şey değildir hem de başarısız kalır.

Redcliffe Brown: Din, bizim dışımızdaki bir güce, yani manevi ve ahlaki diyebileceğimiz bir güce bağlılık duygusunun şu veya bu şekilde ifade edilmesidir.

Edvard Tylor: Din, manevi/ruhi varlıklara inançtır.

Rodney Stark ve Charles Glock: Din, bir inanç sistemidir ve dinî pratik ve takvayı icra etmesi beklenen takipçiler topluluğudur. Nihai gerçeğin bilgisinin doğrudan ve subjektif tecrübesinin beklentisi, inanç ve akidelerin temel kaidelerinin bilgisi ve ister dinî bütünlük isterse onu takip etmenin bir bölümü olan fiillerin neticesidir.

Erich Fromm: Din, ferde bir bakış/yönelme çerçevesi ve bağlanma objesi veren ve bir grup tarafından paylaşılan, her bir düşünce ve eylem sistemidir.

Davis Kingsley: Din denen şey, topluma güç veren duyguları onaylayan, aklileştiren ve destekleyen bir sistemdir.

Rudolf Otto’nun oldukça sık tekrarlanan bir tarifini bu tanımlamalardaki çeşitliliği dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Ona göre, din kutsalın tecrübesidir. Bu tanımlama dinin özüne ilişkin yaklaşımları kısaca özetlemekte ve dinin deneyim boyutuna vurgu yapmaktadır. Hiç kuşkusuz bu tanımlama biçimi, kendine ancak laik ve seküler bir dünya tasavvuru içinde yer bulmaya başlayan kutsal kavramı üzerinden dine bakmaktadır. Nitekim modern yaşama formları içinde dinî olan (: kutsal) ve olmayan (: profan) şeklindeki bir ayrımdan söz etmek artık yaygın bir ilgi hatta kabul görmeye başlamıştır. Kutsal, bu çerçevede aşkın (müteal, transandantal) olanı ifade ederken; dindışı da kutsaldan artakalan ancak onu dışarıda bırakan hâkim seküler dünyayı ifade etmektedir. Bu ayrımlar hiç kuşkusuz içinde yaşadığımız zaman ve tarih aralığının fonksiyonel hâle getirdiği yaklaşımlardan beslenmektedir. Ne var ki bugünü olduğu gibi geçmişi de ancak içinde yer aldığımız bu dünyanın kavramlarını, düşünme stillerini, belli başlı yol ve yöntemlerini dikkate alarak ele almaya mecburuz. Nitekim modern yaklaşım da aynı kodlardan hareketle dini, bir yönüyle, otoritesinin bireyin özel hayatının bir bölümüne indirgenmesi şeklinde, diğer yönüyle de içeriğini genişletmek ve böylece teolojik tutarlılığını ihmal etmek suretiyle yeniden tanımlama yolunu seçmektedir.

Dikkat edildiğinde yukarıdaki tariflerin her birinde dine aynı modern paradigma içinden bakışın hâkim bir tema olarak öne çıktığı görülmektedir. Bu nedenle modern bağlamda yapılan dini tanımlama ve tasvirlerin çoğu din-dünya ilişkileri konusundaki ayrımların altını çizmekte hatta din eğer var olacaksa, bu amaçla varlığını ancak sekülerleşerek yani, kendini bu dünyalık bir fenomene dönüştürerek sağlayacağını ihsas ettirmektedir. Kısaca bu tarifler, dinin aktüel durumuna odaklanılarak, din-dünya ayrımını merkeze taşıyan bir tanımlama arayışını yansıtmaktadırlar. Böylece söz gelimi iki yüzyıl öncesinin belli başlı din tarifleri bile günümüzde anlamsız görülebilmektedir.

Ortak niteliklerden hareket edildiğinde çoğu kere dinler, otoritesini Tanrı’dan alan ve kutsal bir dünyayla kurulu ilişkileri düzenleyen örgütlenmiş bir kurallar sistemi şeklinde tanımlanmaktadır. Bu durumda din kavramı, analitik düzeyde üç ayrı biçimde varlık bulmaktadır. O, ya tarihsel bir inanç, eylem ve kurallar sistemi olarak, ya devletin örgütlenişi içinde uyumlaştırılmış, topluma yol gösterme amacıyla dünyevi toplum eylemleri içinde eritilmiş olarak; ya da kişinin davranışlarını özel bir örgütlenişe bağımlı ya da bağımsız inanç bağlantıları içinde yürütme türü olarak şekil kazanmaktadır.

Dinler tarihinin verilerinden hareket edildiğinde farklı kültür, topluluk ve bireylerde din kavramının değişik biçimlere sahip olduğu açıkça görülür. Öte yandan dinsel gelenekler ve bu geleneklerin gündelik gerçekliğe yansıyan uzanımlarına dikkat edildiğinde tüm dinlerin genelgeçer vurgulamalarıyla da olsa belli başlı noktalarda benzeştikleri anlaşılır. Öyle ki niteliği, mesajı, yönelimi ya da insanlardan beklentileri ne olursa olsun herhangi bir din, son tahlilde, insanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kuralları, tapınma biçimleri ve kurumsal yapılarıyla birlikte bir bütünsellik içindedir. Bu tanımlamadaki belli başlı ögelere dikkat edildiğinde açıkça fark edilebileceği gibi dinlerin temelini oluşturan kutsal gerçekliğin doğaüstü ya da kişileşmiş bir varlık, bu anlamda bir tanrı biçiminde tasarımlanması zorunlu değildir; çünkü bu tür bir tanrı kavramını bütünüyle ya da büyük ölçüde dışlayan dinler de vardır. Dolayısıyla din kavramı, insanın Tanrı’yla ya da tanrılarla ilişkisinden çok daha geniş kapsamlı bir şekil almaktadır. Yine de yaygın ve en çok bilinen formlarıyla din, çoğunlukla aşkın (doğaüstü-fizikötesi) bir dünyanın varlığı öğretisinin temelini oluşturduğu, yanı sıra kutsal bir söylemi ahlaki ögelerle ilişkilendiren ibadet ve uygulamalara (ayin, ritüel, mensek), değer ve kurumlara sahip bir inançlar bütünü olarak görülmektedir.

Hiç kuşkusuz amacı insan ve toplumu kavrayıp açıklamak olan sosyoloji ve bu bilimin çeşitli alt disiplinleri de din kurumu ya da kavramı üzerinde durmak zorundadır. Çünkü din, insan ilişkilerini, insan tutum ve davranışlarını, toplumsal hayatı belirleyen temel yapılardan biridir. Bu nedenle en başta din sosyologları, araştırmalarında ağırlıklı olarak dinin tezahür biçimlerinin izahını yapmaya ve bu fenomenin toplum hayatının bütünü içindeki yerini belirlemeye yoğunlaşmaktadırlar. Bu çözümlemelerden çıkan ortak sonuçlara göre din, her şeyden önce insan aktivitesiyle kurulmakta ve her daim mevcut olan kaos karşısında kendi kendini korumasını bilen kutsal bir kozmos kurumu olarak her şeyi kucaklamaktadır. Nihayet bu çerçevede din ile sosyal yapı, dayanışma ve kurumsallaşma arasındaki ilişkiler bilimsel bir yöntemle yeniden ele alınmakta, onun sosyal bağlayıcılığı olan etkili bir inanç sistemi olduğu da teyit edilmektedir.

Bütün bu sosyolojik ilgi ve tanımlamalardan hareket edildiğinde öne çıkan ana temanın dinin toplumsal fonksiyonlarında kilitlendiğini görmek mümkündür. Nitekim din sosyolojisinin öncüleri arasında yer alan Max Weber (1864-1920) dini, toplumsallaşma sürecindeki ana faktörler arasında sayarken; Émile Durkheim de (1858-1917) onu insani dayanışmanın temel karakterlerini belirleyen baskın bir unsur olarak betimlemekteydi. Aynı şekilde Vilfredo Pareto da (1848-1923) dini, insanın kendi kendini sürekli kandırma/ikna etme biçimindeki fonksiyonuna işaret etmektedir.

Dinlerin temel amacı dünyayı açıklamak değil somut yaşantılardan esinlenerek dünyaya anlam kazandırmak, insanın çevreyle baş edebilmesini, kendi varoluşunu omuzlayabilmesini, başkalarıyla birlikte yaşayabilmesini sağlamaktır. Birçok düşünür dinî tecrübenin, kutsal sayılan gerçekliği ve insan yaşamının amaçlarını konu aldığı ölçüde, insan tecrübesinin bütün öteki biçimleriyle ilişkili olduğu görüşündedir. Bu ilişkilerin incelenmesi ilahiyatın ve din felsefesinin konusunu oluşturur. Ne var ki bunun için de dinî tecrübeyi ve dinî öğretileri öteki bilişsel ve düşünsel etkinliklerden ayıran başlıca özelliklerden birine, bunların salt kavramsal dile indirgenmesi olanaksız, kendi kuralları olan simgesel bir dilde anlatımını bulduğu gerçeğine de bigâne kalmamak gerekir.

Dinin gündelik gerçekliğe yansıyan yüzü daha çok dinsellik ve dindarlıkta şekillenmektedir. Ancak bireysel bir yaşantı olarak dinî tecrübenin, birbirini bütünlediği ya da dışladığı varsayılan değişik yansımalarından da söz etmek mümkündür: Kutsal gerçekliğin bilincine varmaktan kaynaklanan huşu, onun karşısında ürpererek saygıyla eğilme; insanın yaratılmış bir varlık olduğunu vurgulayan mutlak bağımlılık bilinci; insanı hem sevgisiyle kuşatan, hem de yargısıyla titreten bir güç ya da kişileşmiş yüce bir varlık olduğunu kavrama; kutsal gerçeklikle bir olma; evrendeki kalıcı doğruluğu ya da gizli düzeni algılama; bütünüyle öteki gerçeklikle yüz yüze gelme; insanı tepeden tırnağa dönüştüren bir gücün varlığını yaşama vb. gibi. Dinî tecrübe her zaman insanın gerçek benliğini, yaşamı kutsallaştıran gücünü, bütün varoluşun temelini ve amacını arama çabasıyla ilişkilidir. Bu nedenle iyi bir insan yazgısının gizi karşısında yaşama ağırbaşlılıkla yaklaşma, kutsal gerçeklikle yüz yüze gelmenin uyandırdığı korku ve lekelenmişlik kaygısı, artık tanrısal varlığa ulaşan yepyeni ve sağlam bir yaşam yoluna adım atmış olma bilinci, tanrısal iradenin bağışlayıcılığı inancından kaynaklanan esirgenme duygusu, bireysel benliğin sınırlarından kurtulma coşkusu gibi yaşantılar da dinî tecrübenin dokusunu oluşturur.

Her türlü dinî tecrübenin odağında yer alan öteki ya da kutsal gerçeklik, değişik dinlerce birbiriyle ilişkili başlıca üç ayrı biçimde kavramlaştırılmaktadır:

  1. Evreni ve insanın kaderini yöneten, ama kişileşmemiş kutsal düzen,

  2. İnsanın ancak gereğince arındıktan sonra huşuyla yaklaşması gereken kutlu güç,

  3. Bütün sonlu gerçekliklerin sonul birliği ve uyumu, her şeyi bağrında toplayan Bir; insanı ve dünyayı aşmakla birlikte hem insanla, hem de evrenle ilişki içinde olan kişileşmiş varlık.

Kutsal gerçeklik aşkınlığı ya da içkinliği bakımından da başlıca iki biçimde kavranır. İnsandan ve evrenden ayrı, ikisiyle de özdeşleştirilemez nitelikte düşünülen kutsal gerçeklik aşkın terimiyle nitelenir; evrenin belirli bir ögesiyle, örneğin insanla ya da kozmik düzenle bir ölçüde ya da tümüyle özdeşleştirilen kutsal varoluş ise içkin sayılır. Evreni ve insan yazgısını yöneten kişileşmemiş kutsal düzen (örn. Logos, Tao, Rta, Aşa) biçimindeki kutsal gerçeklik kavramı içkinlik kutbunu oluşturur. Buna karşılık Musevilik, Hristiyanlık ve İslam’da en yüksek anlatımını bulan kişileşmiş tanrısal varlık kavramı ise aşkınlık kutbunda yer alır.

Dinsel deneyimin ilk somut dışavurumu, bu deneyimin nesnesine yönelik tapınmayı düzenli bir çerçeveye, belirli kurallara bağlayan etkinliklerdir (ibadet, ritüel). Kutsal gerçekliği yücelten ve görkemini vurgulayan anlatım biçimleri, dua yoluyla ona seslenme ve onunla ilişki kurma çabası, bazı somut nesnelere görünmez kutsal gerçekliği simgeleme işlevinin yüklenmesi, gene kutsal gerçekliğin etkinliğini simgeleyen kutsama işlemleri, sevinç ve esenlik duygularını dile getirmek amacıyla genellikle belirli müziksel biçimlerin geliştirilmesi, kutsal gerçekliğe ya da onun adına kurban ya da sunu adama vb. tapınma etkinliğinin değişik biçimleridir. Genellikle yazılı ve sözlü ifadeler ile kutsal müziği bir bütün içinde sunarak inanan kişiyi kutsal gerçekliğin huzuruna getirmeyi amaçlayan ayin kuralları da bu etkinliğe bir düzen kazandırır.

1.2. Din ve Sosyal Gerçeklik

İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsanın fiziksel varlığına ilişkin kök arayışları nereye dayandırılırsa dayandırılsın onun toplumsal bir varlık olarak sahip olduğu gerçeklik hiçbir şekilde tartışma konusu edilememektedir. İnsanı Tanrı iradesinin tecellisi olarak gören yaklaşımlar kadar onun ortaya çıkışını aşkın bir iddiadan ısrarla uzak tutmaya çalışan evrimci-pozitivist yaklaşımlar da sonuçta genelgeçer bir toplumsallığın her durumda ve koşulda geçerli olduğunu teslim ederler.

İnsanın varlık dünyasında yerini alışı her şeyden önce onun kendi dışındaki türdeşleriyle birlikte ortaya koyduğu sistematiğe, üretim, verimlilik ve kültüre bağlı olarak değişkenlik kazanır. İnsan hakkındaki bilgilerimizi götürebileceğimiz en derin tarihsel köklerde bile rahatlıkla ulaşılabilecek veriler, her şeyden önce bir toplumsallıkla karşı karşıya gelindiğini göstermektedir. İster yazı öncesi ister sonrası olsun her bir insan tekinin kendi türdeşleriyle birlikte ortaya koyduğu toplumsallıklar zayıf ya da güçlü özellikler taşımasına bakılmaksızın onu, yaşamını anlamlı kılan bir tecrübeyle buluşturmaktadır. İnsanın bireysel tercihleri, yönelim ve söylemleri bile öncelikle daha geniş bir spektrumda toplumsal gerçekliği hesaba katmayı gerektirmektedir.

İnsanın toplumla olan ilişkisi her şeyden önce bir karşılıklılık esası üzerine kurulmuştur. Topluma, orada üretilen bilgi, zihniyet ve kültür dünyasına dâhil olan insan öncelikle burada hazır bulduğu bir evrene belli bir mesafe bilinci içinde katılarak kendi kişiliğini, kimlik ve siyasetini inşa etmektedir. Toplumsal akışkanlığın kendi doğası içinde zenginleşen fikriyat, somut eylem dünyası içine katılan her bir insanı özneleşme sürecinde biçimlendirmekte, süreç içinde ortaya çıkabilecek türlü farklılaşmalara rağmen mevcut yapı, ona aidiyet ve mensubiyet duygusu üzerinden temel referans değerlerini kazandırmaktadır.

İnsanın içinde kendine yaşama alanı bulduğu bu yapı, aileden mahalleye oradan da şehir ve devlete kadar uzanan geniş bir çerçevede onu başka aidiyetlerden, mensubiyet ve referanslardan ayıran kendine özgü niteliklerle biçimlenmektedir. Bir toplumun için(d)e doğmak, o toplumun belli başlı yapılarına katılmayı, kendi farkındalığını üretme sürecinde bu hazır sistematikle ilişkiye geçmeyi gerektirmektedir. Toplumla aile, cemaat ya da başka ortaklıklar temelinde bir araya gelen insan, sonuçta belirlenmiş değer ve davranış örüntüleriyle kendine yeni bir yer bulmaktadır.

Burada insanın mı toplumu yoksa toplumun mu insanı ortaya çıkarıp inşa ettiğine dair bir öncelik ve sonralık tartışmasına girmek anlamsızdır. Çünkü insan, hem içinde yaşadığı toplumun hasılasıdır hem de toplumun her bir üyesiyle birlikte ortaya koyduğu havsalanın biricik parçasıdır.

Hepimiz önceden tasarlanmış ve düzenlenmiş bir hayatın içinde kendimizi bulmaktayız. Fantastik çıkarımlar bir tarafa bırakılırsa insanın kendi başınalığına ya da yalnız yaşamanın ideal ve gerçekleştirilebilir bir tarzı olduğuna ilişkin hiçbir hayat tecrübesi sıra dışı bir iddiadan öteye geçemez ve bu iddianın bir makuliyet temelinden söz etmek mümkün değildir. Varlık dünyasında kendimize açılan her yer aslında burada geliştirip tamamlanacak bir rol demetinin sınırlarını da belirler. Dinî açıklamalarda genellikle kader kavramıyla ifadelendirilen bu durum genel sosyoloji literatüründe doğanın ve gündelik hayatın yasalarına bir şekilde tabi olmak ya da mücadele etmek şeklinde ifadelendirilmektedir.

Katıldığımız hayat, bizim irademiz dikkate alınarak düzenlenmediği gibi biz de böyle bir beklenti içinde kendimizi kurgulamaya ihtiyaç duymayız. İçine doğduğumuz çevreyi bir sosyalleşme süreci olarak tanımlamak mümkündür. Farklı bileşenleriyle bu durum, siyasetten ekonomiye, dinden kültüre hemen her alanda yapılanmış bir dizi kurumsal pratiğiyle bizi verili bir düzeneğe davet etmektedir. İrade ve tercihlerimizle içine dâhil olduğumuz bu hayat sonuçta söz konusu düzenek etrafında kendimizi şekillendirme ya da mevcut sınırları zorlama çabasından başka bir şey değildir.

İçinde yaşadığımız dünya bir yanıyla doğayı, doğanın genelgeçer yasalarını içerirken bir yanıyla da diğer tüm varlıklarla arasına esaslı bir fark koymayı başaran insanın ilişki biçimlerini, duruş ve ikilemlerini yansıtır. Doğayı kontrol altına alma, ona hükmetme ve onu, tüm verimlilikleriyle birlikte insanlığın emrine amade kılma çabası söz konusu mücadelenin en tipik alanlarından biridir. İnsanın doğayla kurduğu bu ilişki hiç kuşkusuz tek taraflı bir ilişkidir. İnsanın insanla kurduğu ilişkide ise artık tek taraflılık söz konusu değildir. Farklı iradeler, farklı tahayyüller, inanç ve arzular birbirleriyle kıyasıya yarış hâlindedirler. Rekabet her zaman bir çatışmaya yol açmaz: bazen de bu gerilim bir uzlaşmayla nihayet bulacaktır.

İnsanlar arası ilişkiler kurumsallaştıkça karşımıza aile, mahalle, ahlak ve devlet gibi yapılanmalar çıkacaktır. Irk, millet, kültür, din vs. gibi yapılarıyla insanlar kendi varlık alanlarını yeniden mütemadiyen genişleterek tanımlayacaklardır. Bu tanımlamalardaki süreklilik ise en başta gelenek kavramını işlevselleştirecektir. Sonuçta varoluşsal kökler ontolojiyi, bilişsel kökler epistemolojiyi dikkate almamızı gerektirecektir. Hepimiz varlık dünyamızdaki huzuru, bağlı bulunduğumuz epistemolojiden alırız. Epistemoloji bizim dünyayı tanımlama, anlama ve açıklama kudretimizi besleyen etkin bir damar, güçlü bir referans dünyasıdır. Yeni açılımlar, yeni kurgular hatta yeni söylemlerle dünyayı biçimlendirme gayretimiz olabilir ama bu, her zaman verili bir epistemik dünyanın izleğinde gelişir. Öyle ki hepimiz aynı evrende farklı dünyalar içinde yaşarız. Epistemolojik düzeydeki anlamlandırma çabamız, evrene ilişkin tasavvuratımız bizi başkalarından ayırır. Her bir insan teki diğerlerinden ayırt edilebilir bir farklılık ve öznelliğe sahip olsa da etnik, kültürel ya da dinsel şemalar içinde inşa edilen evrenimiz kimi ortaklıklarla bizi birbirimize yaklaştırırken kimi tercihlerimizle de diğerlerinden ayırır, bizi onlardan uzaklaştırır. Bu farklar aynı kategoriler içinde de oluşabilir. Sonuçta farklı aidiyetler, değer ve referanslarla bütün bu ayrışmalar, insanlık âleminin sınırlarını genişleten kalıcı bir çeşitlilik yaratır.

İçinde yaşadığımız dünya bizden her daim bir açıklama bekleyecek derecede müphem ve girift bir alan özelliği taşır. Sosyoloji de diğer sosyal bilimler gibi bu gizemli yapıyı çözümleme çabası içindedir. Reel dünyanın yapısal özelliklerini keşfetme çabası doğa bilimlerine alan açarken, insan ilişkilerinin temel boyutları sosyal bilimler tarafından ele alınır. Bu bağlamda insanın bireysel ve toplumsal varlığına ilişkin entelektüel ve varoluşsal soruları ise felsefe ve din cevaplamaya çalışır. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse her zaman başka bir açıklamaya imkân verecek derecede biteviye farklılaşan dünyayı anlamak ve açıklamak gerekir. Bu beklentiler içinde din ve bilimsel faaliyetin ürettiği cevaplar gündelik gerçekliğin bilgi ve zihniyet dünyasının şekillenmesinde tatminkâr olabildikleri ölçüde yönlendirici, yapılandırıcı ve şekillendirici roller üstlenirler.

Gözlemlenen fiziksel ve doğal hadiseler ya da insan temelli ilişki dünyasını besleyen değer ve tercihler, kendimize mal ettiğimiz paradigmalar eşliğinde değerlendirilir ve yorumlanır. Dünyaya ilişkin bakış açılarımız, içinde olup bitenlere karşı geliştirdiğimiz yargılarımız, insan ilişkilerini sistematik bir paradigma eşliğinde okumamıza fırsat verir. Paradigmalar hayatın ve âlemin giriftleşmesine paralel olarak da iflas eder. Güncelleme uğraşı paradigmaların imkânlarını genişletmekten çok onun totaliter-dogmatik bir yapı üretmesine neden olur. Paradigmatik yoksulluk yeni arayışların önünü açar. Böylece paradigmalar gider, yeni paradigmalar devreye girer. Ancak bu değişim yüzyıllar alır. Paradigmaların dönüşümü ya da el değiştirmesi, son tahlilde yine aynı epistemolojik haritalar içinde gerçekleşir. Her bir paradigma kök olarak aynı epistemolojik referans setine uyum sağlama çabası içinde kendini meşrulaştırır. Paradigmalar bizi aynı referans kümesine, aynı ontolojik ve epistemolojik dünyaya gösterebildikleri uyumla ikna ederler. Bu oldukça karışık gibi görünen yapı, dünle bugün arasındaki özdeşlikler kadar, farklılık ve zıtlıkları da ifade edip kabullenmeye bizi hazırlamaktadır.

Her paradigma dünya tasavvurunu verili bilgi sitemleri üzerine inşa eder. Dünyayı aşkın bir referansla açıklama çabası genelde dinlerin bir özelliği olarak görülür. Felsefe dinin cevaplandırdığı her bir soruyu cevaplanmış hâlleriyle bile olsa bizatihi bir sorun olarak yeniden kodlar ve üzerine gitmekte ısrarcı olur. Dinlerin, felsefenin ya da gündelik bilginin rehberliğinde yaşam alanları yeniden şekillenir ve bir dünyaya kulak kesilmek sanki o dünyanın limitlerini bilmek, ondan haberdar olmak anlamına gelmeye başlar.

Geleneksel toplumlarda dünya tasavvuru önemli ölçüde dinsel söylemlerin rehberlik ve refakatinde sağlanır. Dünyayı anlamak Tanrı’yı anlamanın bir anahtarı olarak görülür. (Nefsini bilen Tanrı’yı bilir) Dinler hangi nitelik ve vasatta olursa olsun kendi müntesiplerini belli ilke, değer ve algı etrafında şekillendirmeye çalışır. Örgütlü ve kurumsallaşmış dinî yapılar, kendi ideal karakterlerini oluştururken belli bir referans setinin dikkate alınmasını zorunlu kılar. Böylece bir dine mensup olmak demek o din ile kurulan ilişkinin düzeyine bağlı olarak değişiklik arz etse de sonuçta sembol, atıf, aidiyet ve bağlılık vurguları gibi pek çok konuda yeni bir tabiiyet gerektirir. Örneğin; bir Müslüman kendi dinî kimliğini, bağlı olduğu prensipler çerçevesinde devam ettirmeye çalışır. Bu bağlamda inanç, ibadet, ahlak, bilgi ve diğer uygulama alanları kimliğin temel bileşenleri arasında yer almaya başlar.

Ancak burada şunu da ifade etmek gerekir ki dinin toplumla olan ilişkisi onu oluşturan üyelerin her biri üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan bir kontrol ağından çok daha geniş bir çerçeve üretir. Toplumsalın her bir ögesi sonuçta dinsel olanın ürettiği inanmışlık standartlarına ek olarak ortak zihniyet ve aidiyet ortamında da kabul edilebilir bir denge sağlamaya özen gösterir.

Bir başka açıdan bakıldığında da din, öncelikle toplum yaşamındaki düzensizlik ve çatışma eğilimlerine bir düzen getirme çabasıyla ilişkilendirilebilir. Kişisel ve toplumsal bunalımların sürekliliği, insan kavrayışını aşan bir gizem ve anlamsızlık duygusu bu tür eğilimlerin dışavurumudur. Toplumların bunalımları aşabilmek ya da hafifletebilmek amacıyla geliştirdiği düşünsel, hukuksal, ahlaksal ve büyüye dayalı sistemler, gerçekliğin sürekli aşındırıcı direncini aşamadığı sürece bir noktada etkisiz kalır. Buna karşılık dinler, belirli bir toplumsal grubun temel bunalımlarını ve anlamlandırma ihtiyacını, yaşanan gerçekliği öteki gerçeklik yönünde aşarak tanımladığı, bu sorunları hafifletmenin temel yollarını belirlediği ve bütün çabalara karşın bunalımların önünün alınamamasına bir açıklama getirdiği inanç ve davranış sistemleri olarak görülebilir.

Din, fonksiyonel açıdan, bir ölçüde çelişen iki tür ihtiyaca cevap vermektedir. Bir yandan toplum düzeyinde sürekliliğin ve istikrarın korunması, bireysel davranışların önceden kestirilebilmesi, bireylerin bunalım koşullarındaki olası yıkıcı tepkilerinin denetlenebilmesi gerekir. Öte yandan da bireyler düzeyinde gerilim, suçluluk, boğuntu ve hüsran duygularının üstesinden gelinebilmelidir. Ama toplumda bütünleşmeyi pekiştiren süreçler, bireyleri yeni özverilere zorlayarak boğuntu duygusunu daha da güçlendirebilir; buna karşılık bireyler de kurtuluşu toplumsal düzeni sarsacak yollarda arayabilirler.

Dinin gerçekte birbirini bütünleyen bu iki karşıt işlevi, dinsel örgütlenmenin ya da dinsel birliğin değişik türlerinde yansımasını bulur. Hiyerarşik biçimde örgütlenmiş dinsel kurumlar (örn. Hristiyanlıkta Kilise) ilke olarak bütün toplumla örtüşmeyi, dolayısıyla en ileri bütünleşmeyi amaçlar; bu nedenle öğretiye uygun doğru davranış biçiminden çok, biçimsel ayin kurallarına ve inanç ilkelerine ağırlık verir. Alman Kilise tarihçisi Ernst Troeltsch’a göre Hristiyanlıkta Kilise, devletle ve egemen sınıflarla bütünleşerek, toplumsal düzenin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür. Buna karşılık mezhep ve tarikat biçimindeki dinsel örgütlenmeler, ilke olarak, başat iktidar yapılarının dışında kalmış grup ve bireylerin gereksinimlerini karşılamaya dönüktür. Hiyerarşik bir örgütlenmenin bulunmadığı ve din bağının, doğuştan belirli bir toplumun üyesi olmakla kendiliğinden örtüştüğü dinler ise (büyük ölçüde İslam, bir ölçüde Musevilik, Budacılık, Hinduizm) din birliğinin ne ölçüde kurumlaştığı ya da ne ölçüde yataylaştığı bakımından incelenebilir. Öte yandan dinlerin inanç ilkeleri, simgesel anlatım biçimleri ve tapınma kuralları, özellikle halk kültürünün özgün yapılarıyla iç içe geçtikçe seçmeci ve karma bileşimler de ortaya çıkabilir. Hemen hiçbir dinin, tarih boyunca yayıldığı bütün ortamlarda, bütün ögeleriyle bağdaşık bir sistem özelliğini koruduğu söylenemez. Durkheim’a göre hiçbir din tek bir düşünceye, uygulandığı koşulların farklılığına karşın özünde değişmez kalan tek bir ilkeye bağlanamaz. Her din, birbirinden ayrı ve görece tekilleşmiş parçaların oluşturduğu bir bütündür. Gene her din, her biri belirli bir özerklik kazanmış değişik kültlerin birliğinden oluşur.

Toplum ile din arasındaki ilişkilerin niteliği Marx’tan beri daha özgün sayılabilecek formülasyonlarla tartışılmaya başlanmıştır. İnsanı doğrudan Tanrı takdirinin bir ürünü olarak tasarlayan yaklaşımları dışlayan bu perspektife göre din bir üstyapı kurumudur ve bu durumda toplumsalın gerçek sınırlarını, hareket ve dönüşümünü belirleyen altyapı kurumları, din dâhil türlü değişkenleri de dönüştürecek ve yapılandıracaktır. Bu yer yer tartışmalı sayılabilecek iddiayı doğrulayacak örnekler yok değilse de bütünüyle genelleştirilebilir bir teori olarak kabul etmenin zor olduğu bir yaklaşımdır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de gündelik yaşam pratiklerinde dinin temel buyruklarına sıkı bir şekilde bağlanan ve inanç ve ibadet alanındaki tercihlerine bağlı olarak belli bir ahlaki yeterlilik peşinde olan pek çok insan ve pek çok toplumdan söz etmek pekâlâ mümkündür.

 
 
 

Comments


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020- Efe Kaan Çakır ve  "Wix.com" ile kurulmuştur.

bottom of page